Ahlat Ağacı

Nurullah Kılıç · 2 yıl önce

Takip Et

Ahlat. 

Bol dikenli, olgunlaşma döneminin çürümeye yüz tutan son demlerinde ancak yenebilecek yabani armut meyvesi veren, yalnız bir ağaç. Ne toz pembe düşler ülkesinin kiraz çiçeği ağaçları gibi eşsiz bir güzelliği var, ne yüzlerce yıllık meşeler gibi bilge bir görkemle dolu, ne de rengarenk asmalar gibi büyüleyici bir efsanenin konuğu. Ahlat ağacı, aslında, pek çirkin. Anası babası da yok ahlatın. Ormanda kendiliğinden biten, yabani tuhaf bir ağaç. Bakım istemez, hatta su bile istemez. Zamanı geldiğinde meyvesini verir; kekremsi yaban armuduysa dalından koparıldığı gibi değil, birkaç gün bekletilip muşmulalaştıktan sonra yenir.

 

Ahlat, ahların ağacı, demiş şair. Nasıl Cezayir’in cezaların ülkesiyse, nasıl Etilerden kalma zaman birimine etimoloji denmişse, ahlat da ah’ların ağacıdır, demiş. Nuri Bilge Ceylan da öyle düşünmüş olacak ki, yüreğindekileri kaldırabileceğinden daha ağır gelip de artık toprağa dökmeye başlayacak kadar ah’lanmış bir taşralının öyküsünü, ahlat ağacının gölgesinde anlatmış. Ah’lar boş arazide tohumlanmış, sonra canlanıp köklerini toprağa salmış. Büyümüş, kocaman olmuş; ahlat ağacı olmuş. Umudun kırıntıları da dallardaki meyvesi olmuş. Tüylü, çirkin, kapkara yabani kekrem armutlar…

Bir Nuri Bilge Ceylan klasiğinde uzun soluklu filmin en dikkat çekici yanlarından biri, yine bir Ceylan klasiği olan uzun sohbetleri ve farklı görüşlere yaptığı ev sahipliğiydi. Çan köyünün karakterleri arasındaki diyalogların altyapı fikirleri, filmin senarist koltuğunda bir kişinin oturmasının mümkün olmayacağını düşündürecek kadar çelişkili ve çeşitliydi. Filmi izlerken daha öncesinde senaristleri araştırıp bu bilgi dahilinde olmasam, sırf senarist isimlerin merakından o esnada filmin bitmesi için yanıp tutuşacağıma eminim. Senaryonun kaleme alınması sırasında Ceylan’a, eşi Ebru Ceylan ve filmin en hararetli diyaloglarının geçtiği sahnelerde oyuncu olarak ipleri elinde tutan isim olan Akin Aksu eşlik etmiş. Ne var ki bu yüksek tempolu, hatta din unsuru gibi oldukça hassas bir konunun tartışıldığı uzun diyaloglarda dahi kelimelerin arasında kaybolduğunu hissettiğim, tempoyu yakalayamadığım anlar sıkça oldu. Hatta film gelişirken bu durum heyecan verici bir temponun varlığından şüphe ettirecek kadar sıklaşıyor. Yenilikçi imam, gelenekçi imam ve bağlayıcı karakter olan Sinan üçlüsünün tartışması, tartışmanın kalite ve niteliğinden ötürü değil de, konunun hassasiyetinden ötürü filme damgasını vurmuş gibi gözüküyor. Taşralı ruhunu yansıtmakta ve seyirciyi köy hayatının içinde tutmakta üstün bir başarı sergileyen karakterler, iş Ceylan’ın felsefi münakaşalarına geldiğinde, düşündürücü ve hapsedici bir yapıdan uzak bir konuşma biçimine bürünüyor. Ancak bu durum oyuncuların birtakım niteliklerinin eksikliğinden gibi değil, tarafların savunma metinlerinin felsefi tartışma teması içindeki felsefi özgünlüğün eksikliğinden kaynaklanıyor gibi gözüküyor.

İlkokul, ortaokul ve lise eğitimini memleketinde tamamlayan Sinan’ın taşrayı terk etmesi ve ilk kez o göz alıcı büyükşehir hayatıyla tanışması üniversiteyi kazanmasıyla gerçekleşiyor.

 

Sinan üniversiteden geri döndüğünde, köy evindeki odasında, kendisinin büyüdüğü klasik Türk ailesi ortamına ve bakış açısına nazaran epey fazla sayılabilecek sayıda bir kitap koleksiyonu sahibi olduğunu görüyoruz. İstanbul’un ışıltılı yaşamının da aslında kendisinde bıraktığı izi taşraya geri döndüğünde anlıyoruz, “Boş. Parası olmayana boş”. Yaşamsal bir tatmini hayatının hiçbir noktasında bulamayan Sinan, Çan Köyüne geri döndüğünde üniversite yıllarında yazdığı taşra hayatı konulu kitabı bastırmak için çabalıyor. Kitap bastırmak için ne parası, ne de fonu var. Kitabını bastırmak için borç almak üzere görüştüğü Belediye Başkanı Sinan’ın derdini anlar gibi, onu dinler gibi gözüküyor. En nihayetinde yine bir Türk klasiği olarak Sinan’a bir dizi nasihatler ve tavsiyeler verme suretiyle, eli boş bir şekilde geri çevirip başkasına yönlendiriyor. Sinan’ın görüşmek üzere yönlendirildiği bir diğer kişi, köyde okurluğuyla nam salmış bir isim. Belediye Başkanı, odasının kitaplarla dolu olduğundan gururla bahsederek Sinan’ın aradığı yardım elini orada bulacağına emin olduğunu söylüyor. Sinan odaya girdiğinde, çalışma masasının arkasındaki küçük kitaplıkta on-on beş adet kitabın sıralı olduğu bir sahne kompozisyonuyla karşılaşıyoruz. Bir kez daha geri çevrilen Sinan’ın en büyük ruhsal çöküşlerinden birinin de bu durum olabileceğini düşünüyorum. Zira Sinan’ın bu “köy büyükleri” ile muhatabı; hayata karşı bakış açılarının kendinden çok daha zavallı bir noktada olduğunu düşünen birinin, toplumsal gücü elinde tutanların karşısında ezilip büzülmesi, dilinde birikenleri haykıramaması ile açıklanıyor. Ki Sinan, kitabını bastıracak parayı bulmak için babasının çok sevgili köpeğini kaçırıp satacak kadar çirkef bir karaktere bürünmeyi kendine yediriyor. Belki kendine çoktan daha fazlasını yedirdiği ve bir yenisinden çekinmeyeceği bir ruh haline büründüğünden, belki de babasını kendisinin iğrendiği köy hayatına olan aşkıyla ve köyde beslediği köpeğine olan sevgisiyle suçladığından, ya da basit bir kıskançlıktan…

Filmin en beğendiğim yanının sahne kompozisyonlarının olması beklenen bir durum, zira konuşmalardaki kısmî yüzeyselliğe nazaran sahnelerdeki en ufak bir ayrıntının bile derin bir anlamı olabiliyor. Ki bunun sonucunda, Ceylan’ın ortalamanın üstünde ancak nirvanaya erişememiş ve muhtemelen çarpık ilişkileri işlemede başarılı olsa da metin yazma konusunda eksiklerini gideremeyecek bir senarist; aksine pekala da nirvanaya ulaşmış bir yönetmen olduğu çıkarımını yapabiliriz.

Sinan’ın ve kız kardeşinin saygısını bütünüyle yitirdiği ve eline geçen en ufak miktarda parayı bile bahis oyunlarına yatıran babası, filmin çoğunda kişiliği nedeniyle vermesi gereken itici izlenimin aksine seyircide sıcak duygular uyandırırken; Sinan ise devrimci ruhu ve gittikçe azalan umuduyla vicdanı okşaması gereken yerde itici bir çizgide yol alıyor. Üniversitede öğretmenlik okuyan Sinan, KPSS sınavında başarısız olup askere gidiyor. Geri döndüğünde az sayıda bastırdığı kitabının hiç satmadığını, hatta imzalayıp hediye ettiği annesi ve kız kardeşinin bile okumadığını öğreniyor. 

 

Çan’a söyleşiye gelen bir yazarla yüzeysel ve klişe bir fikir ağıyla tartışmaya girdiği sahaf dükkanında, Sinan umudunun son kırıntılarını terk ediyor. Hatta belki de yazar karşısında hararetle savunduğu düşüncelerini, başarılı bir yazar karşısındaki yenik olan durumuna düştüğünü fark ederek kendiliğinden yıkıp paramparça ediyor.

 

Film bittiğinde ve Sinan’ın nihayeti en çok eleştirdiği insan olan babasının oğlu olmaya döndüğünde bu ikili bize birbirini tamamlayan bir ilişki içinde olduğunu sezdiriyor. Sinan’ın umudu, babasının başına yıkılan hayatı; Sinan’ın soğuk devrimciliği, babasının hayata bir gülümseme eşliğindeki başkaldırışı; Sinan’ın büyük entelektüel hayalinin yanında taşralı ruhu ve düşlediği hayata olan kişisel uyumsuzluğu, babasınınsa idealist ruhunun bir yanında çoktan kabullendiği taşralılığı… Her şeyin sonunda Sinan ve babası zıtlıklarıyla birleşiyorlar. Babasının iyisiyle kötüsüyle taşıdığı o kaçınılmaz ruhu benimsemesi, Sinan’ın hayalkırıklığının bir kabusun içindeki acımasız intihar sonuna ermesini engelleyip onu büyük kabullenişe sürüklüyor.

Dünya üzerinde kitabını okuyan tek kişinin babası olduğunu görüyor Sinan. Filmin son demlerinde, artık itici bir devrimciden uzak, kendini seyirciye ısıtan, daha bir babası kılıklı Sinan görüyoruz perdede. Ve Sinan umudun yelkenleri suya indiğinde, suda boğulan umut kırıntıları değil; umutsuzluğun kendisi oluyor. Öncesinde bahsettiğim gibi, ölüm yerine kabullenişi tercih ediyor. Umudunu yitiriyor, ama yitip gitmiyor. Umutsuzluğun ta kendisi oluyor. Böylece babasının film süresince bir şekilde başarıyla takındığı bilge tavra bir anlam yükleyebiliyoruz son sahnede. Sinan babasının yarım bıraktığı su kuyusunu kazarken, babasının çoktan bir umutsuzluk olmayı kabullendiğini anlıyoruz. Babası hayatının anlamına ya da anlamsızlığına, değerine ya da değersizliğine çoktan ulaşmış. Kendisini bulmuş. Bu nedenle hep anlayışlı, bazen sinir bozucu olsa da hep ağırbaşlı, nerede neler döndüğünü bilen bir havası var. Sinan da babasının yolunda ilerliyor ve nihayetinde taşralı doğmuş olmak gerçeğini benliği haline getiriyor. Umudun peşinde bütün bir ruhu çürüten genç bir adam, umudu yitirmenin bir ölüm, yenilgininse bir şahsiyet meselesi olduğu gerçeğine ulaşıyor Ahlat Ağacı'nda.

 

*
Yorumlar
  • Nurullah Kılıç · bir aralar

    Bu makaleye hiç yorum yazılmamış. İlk yorumu sen at!