İnsan kendi başına kaldığında parmak uçlarına
kadar tüm varlığıyla, acımasızca kendi krizi
üzerine düşünmezse, etkileyici bir hikâye bırakamaz ardından. “Üç Renk: Mavi” filmini izleyerek tanıdığım Polonyalı yönetmen Kieslowski,
edebiyatı sinemadan üstün tuttuğunu söyleyerek
şiir gibi filmler yapmıştır. Fazla diyalog bulunmayan filmlerinde, ufak görüntü oyunları pek
çok sözün yerini tutar. Öyle ki; tıpkı ayakkabı-
nın içindeki küçük bir çakıl taşı gibi, insanın trajedisini basit ama çarpıcı, tüm
duygusal şiddetiyle gösterir.
On bölümden oluşan Dekalog dizisiyle Kieslowski, Yahudilikteki
on Emir’i farklı bir pencereden
anlatır. Kısa cümlelerle verilen
yazılı bir Emiri alıp “sahneler”,
onu bir yaşamın içine döşer, bilinmeyen sebepleri ve krizleri sergiler ve tüm sonuçlarıyla bizi içine
katar. Dekalog 1´de Tanrı´ya inanmayan bir baba çıkar karşımıza.
Bilgisayarına ve hesaplamalarına
güvenerek buzun erime ihtimalini
hesaplayan baba, buzun erimesi
sonucu oğlunu kaybedince bilgisayarına dönerek ona bağırır. Ama
burada anlatılan basit bir bilimi
kendine ilah edinerek hataya düşen bir insan
değil, putlarımıza olan güvenimiz kırıldığı an
dini temellerimizin daha derinden sarsılışıdır.
Umutsuzluğumuz ve çaresizliğimiz bizi daha
büyük bir gerçekliğe doğru yaklaştırır ve bu yaklaşma hali bir paradoksun içinde asıl gerçekliğimizi kaybettirir.
Dekalog 3´te hasta bir adam, çaresiz eşi ve onların yaşlı doktor komşularını görürüz. Başka bir
adamdan hamile kalan kadın kocası ölürse çocu-
ğunu doğuracaktır ama kocası yaşarsa çocuğunu
doğurmayacaktır. Küçük ipuçlarıyla geçmişini
öğrendiğimiz yaşlı doktor ahlaki bir ikilemde
kalır: yalan söylerse bir çocuğun hayatını kurtarmış olacaktır ama diğer taraftan bir huzuru korumak ya da bir insanı günahtan kurtarmak üzere yalan söylemek (hatta bir yalanı yaşamak) kabul edilebilir mi? İnsan yaşamını yalanla temellendirebilir miyiz?
Yasanın kendisinin onu ihlal etme arzusunu
türettiğini öne sürer Aziz Pavlus. Dekalog 5´te
“Öldürmeyeceksin” emrini ters bir pencereden
sahneler. Belli aralıklarla gördüğümüz bir mülakat sahnesinde intikam anlamına gelen cezaların
kimin intikamını aldığı sorgulanır. Yasalar masumların intikamını alıyorsa yasaları kim yapı-
yor? Bir taksiciyi öldürdüğü için idam cezası
alan gencin hikayesi ironik biçimde şu soruyu
sordurur: Cinayetin cezası olarak idam da bir cinayetin tekrarlanmasıyla bu Emri çiğnemek
değil midir?
Dekalog 6´da güzel bir kadın
ve ona takıntılı biçimde aşık
olan bir genci görürüz. Genç;
kadını görebilmek uğruna dürbün çalar, postanede çalışır ve
evlere süt dağıtımı yapar. Tomek’in Magda’ya duyduğu sevgi
temelde aşk değil , zorunlu ve
narsistçe bir idealleştirmedir.
Son sahnede öfkesini kadına de-
ğil kendine çevirerek bileklerini
kesmesi de sevgiye kavuştuğu
anda fark ettiği yalnızlığına gö-
mülüşüdür.
Kieslowski açık ve keskin seçimler ve sonuçlar
bırakmak yerine; parmak uçlarımıza kadar tüm
varlığımızın krizi karşısında yeterince rahatsız
olmamamız gibi rahatsız edici bir noktayla bizi
huzursuz bırakıyor. Suçun halkın önünde itiraf
edilmesi yönteminin; suçlu üzerinde arındırıcı,
kurtarıcı bir etki bırakacağı, onu kurbanlarla
eşitleyip insan saygınlığı adına acınabilir kılışı
filmlerin tanımını yansıtıyor. Ayakkabımıza doluşan çakıl taşlarıyla keskinlikten duymadığımız
rahatsızlığı sorgular oluyoruz böylece. “Sinema
hiçbir şeyi değiştirmez ama insanların birçok
şeyi anlamasını sağlar.”
https://youtu.be/OYg5zswGG8Y
Nurullah Kılıç · bir aralar